Öğrenmenin Işığında: “Perseküte Olmak” Üzerine Pedagojik Bir Yolculuk
Bir Eğitimcinin Kalbinden: Dönüştürücü Öğrenmenin Gücü
Bir eğitimci olarak her yeni kavramın, öğrencinin zihninde bir kapı araladığını görmek beni her zaman büyülemiştir. Öğrenme, sadece bilgi edinme süreci değildir; bir dönüşümdür, bir farkına varıştır. Her kelime, bireyin dünyayı algılama biçimini yeniden şekillendirebilir. “Perseküte olmak” kavramı da bu anlamda dikkat çekici bir duraktır. İlk duyulduğunda soğuk ve hukuksal bir terim gibi görünse de, derinlemesine bakıldığında toplumsal, duygusal ve pedagojik birçok katmanı içinde barındırır.
Perseküte Olmak Ne Demek?
“Perseküte olmak” kelimesi, Latince kökenli persecutio sözcüğünden türemiştir ve “zulüm görmek”, “baskı altında tutulmak” veya “sistematik olarak haksızlığa uğramak” anlamına gelir. Günümüzde ise bu terim, bireyin ya da bir grubun inançları, fikirleri veya kimliği nedeniyle dışlanması ve baskı görmesi durumlarını anlatmak için kullanılır.
Pedagojik açıdan baktığımızda, “perseküte olmak” yalnızca bir tarihsel veya politik olay değildir. Bu kavram, öğrenme süreçlerinde, sınıf içi etkileşimlerde ve bireysel gelişimde de kendini gösteren bir fenomendir. Çünkü öğrenme, sadece bilişsel bir süreç değil, aynı zamanda duygusal ve sosyal bir deneyimdir.
Öğrenme Teorileri Işığında “Perseküsyon” Olgusu
Sosyal Öğrenme ve Dışlanma Döngüsü
Albert Bandura’nın sosyal öğrenme teorisine göre bireyler, gözlem ve modelleme yoluyla davranışları öğrenir. Bu süreçte bireyin çevresinden aldığı geri bildirimler oldukça önemlidir. Eğer bir öğrenci, düşüncelerini ifade ettiği için dışlanıyor, yani “perseküte ediliyorsa”, bu durum öğrenme motivasyonunu doğrudan etkiler. Korku, utanç ve kaygı, öğrenme sürecinin önüne geçer.
Bir okul ortamında düşüncelerini açıkça söyleyen bir öğrencinin, arkadaşları tarafından “farklı” olduğu için alaya alınması, küçük bir ölçekte perseküsyonun tipik bir örneğidir. Böyle bir ortamda birey, öğrenmekten çok “uyum sağlama”ya yönelir. Oysa gerçek öğrenme, risk almayı ve eleştirel düşünmeyi gerektirir.
Eleştirel Pedagoji: Sessizlerin Sesi
Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji yaklaşımı, baskı ve adaletsizlikle mücadele eden bir öğrenme anlayışını savunur. Freire’ye göre eğitim, sadece bilgi aktarımı değildir; özgürleşmenin bir aracıdır. “Perseküte olmak” kavramı bu çerçevede, öğrenme ortamındaki sessizleştirilmiş grupları anlamak için güçlü bir metafor sunar.
Bazı öğrenciler, sınıfta sürekli olarak “yanlış cevap verme korkusu”yla yaşar. Bazıları, kimlikleri, dili ya da inançları nedeniyle geri planda kalır. Bu durum, pedagojik açıdan bir tür görünmez perseküsyondur. Eğitimcinin görevi, bu görünmez baskı mekanizmalarını fark etmek ve öğrenme ortamını kapsayıcı hale getirmektir.
Duygusal Güvenlik: Öğrenmenin Temel Taşı
Nöropedagoji alanındaki araştırmalar, öğrenmenin sadece bilişsel değil, aynı zamanda duygusal bir süreç olduğunu kanıtlamıştır. Beyin, tehdit algıladığında öğrenmeyi askıya alır. Dolayısıyla, perseküsyonun en küçük formu bile öğrencinin öğrenme kapasitesini sınırlayabilir.
Bir öğretmen, öğrencisinin duygusal güvenliğini sağladığında, yani onu yargılamadan dinlediğinde, öğrenme süreci yeniden canlanır. Çünkü birey, ancak kendini ifade edebileceği bir ortamda gelişir.
Toplumsal ve Bireysel Etkiler: Mikrodan Makroya Bir Bakış
Perseküte edilmek, bireyin özsaygısını zedeler ve uzun vadede toplumsal güvensizlik yaratır. Öğrenme ortamlarında bu tür baskılar normalleştiğinde, toplumun eleştirel düşünen bireyler yetiştirme kapasitesi de azalır. Çünkü farklı düşünen her birey, sistem için “rahatsız edici” hale gelir.
Toplum, çoğu zaman farkında olmadan bireyleri sessizleştirir. “Sen sus, büyükler konuşuyor” diyen bir ebeveyn, “Sorgulama, kabul et” diyen bir eğitim sistemi, aslında bireyin düşünsel potansiyelini perseküte eder.
Pedagojik Çözüm: Empati, Katılım ve Özgürlük
Öğrenme süreçlerinde perseküsyonun panzehiri, empati ve kapsayıcılıktır. Öğretmen, öğrencinin yalnızca akademik başarısına değil, duygusal bütünlüğüne de önem verdiğinde, öğrenme ortamı dönüştürücü hale gelir.
Katılımcı pedagojik modeller, her sesin duyulduğu, her kimliğin saygı gördüğü bir alan yaratır. Böyle bir ortamda, öğrenciler öğrenmekten korkmaz, öğrenmeyle güçlenir.
Kendine Soru Sorma: Öğrenmenin İlk Adımı
Eğitim yalnızca bilgi vermek değil, bireyin kendine sorular sormasını sağlamaktır. “Ben hangi önyargılarla öğreniyorum?”, “Farklı olana karşı tutumum ne?”, “Kimi ya da neyi görünmez kılıyorum?” Bu sorular, hem öğretmenler hem öğrenciler için dönüştürücü bir başlangıç olabilir.
Sonuç: Öğrenmenin Özgürleştirici Gücü
“Perseküte olmak”, yalnızca tarihsel bir acı ya da politik bir baskı değildir; aynı zamanda her gün eğitim ortamlarında yeniden üretilen bir olgudur. Öğrenmenin özgürleştirici gücü, bu baskı mekanizmalarını fark etmekle başlar.
Gerçek eğitim, bireyi kalıplardan kurtarır, korkularını dönüştürür ve kendini ifade etme cesareti kazandırır.
Okuyucuya Davet
Sen kendi öğrenme sürecinde hiç perseküte oldun mu? Fikirlerini paylaştığında susturuldun mu, yoksa cesaretlendirildin mi?
Kendi deneyimini düşün. Belki de bu sorgulama, seni daha özgür bir öğrenmeye yaklaştıracak ilk adım olabilir.